Depresyonun klinik belirtileri nelerdir?

Depresyonun temel özelliği hoş olmayan duygudurum, ilgi ve zevk azlığı, umutsuzluk ve karamsarlıktır. Olgular derin bir üzüntü yaşarlar. Gelecekleri ve yaşadıkları ile ilgili olarak hep kötümser düşünürler. Hastada depresif duygudurum ile birlikte değişik etkinlik ve sorumluluklara karşı ilgi kaybı izlenir. Olağan etkinliklerden zevk alamaz. İş, özel zevkler, bireysel ilişkiler, cinsel aktivite de dahil olmak üzere hiçbir şeyden zevk alamazlar. Bazı olgularda önde gelen belirti bunaltı olabilir. Anksiyete (bunaltı, kaygı) düzeyi çok artabilir, ajitasyon (huzursuzluk) gösterebilirler. Genel olarak ilgileri azalır. Umutsuzluk ve çaresizlik duyguları o kadar yoğun olabilir ki düştükleri bu durumdan hiçbir şekilde kurtulamayacaklarını düşünebilirler. Depresif hastalar basit günlük aktiviteleri bile yapmakta güçlük çekerler. İş, aile, para ve kendi sağlıkları ile aşırı biçimde kafaları meşgul olur. Enerji düzeyi azalır. Bazı olgularda önde gelen belirti somatik belirtiler olabilir. Tepkisel davranırlar.

Umutsuzluk, kötümserlik, benlik saygısında düşme ve suçluluk duyguları intihar düşünce ve eylemlerini uyarır. Düşünce içeriğinde geçmiş olaylar önemli bir yer tutar. Yoğun anksiyete (bunaltı, kaygı) belirtilerinin depresyon olgularında intihar girişimleri için belirleyici bir etken olduğu ileri sürülmektedir. İntihar düşünceleri ve girişimleri depresyonun önemli belirtilerindendir.

Depresif olguların çoğunda duygudurum değişiklikleri ile birlikte iştah ve kilo kaybı bulunur.

Uyku bozukluğu depresyonun çok sık karşılaşılan bir belirtisidir. Dalgınlık, unutkanlık olabilir.

Depresyon Görülme Sıklığı Nedir?

Genel olarak major depresyon yaygınlığı % 3-5.8 kadardır. Kadınlarda depresyon görülme riski erkeklerden 2 kat daha fazladır. Hayat boyu depresyon görülme riski erkekler için % 3-12, kadınlar için % 10-26’dır.

Depresyon için risk etkenleri nelerdir?

  • Erken ebeveyn kaybı
  • Madde ve alkol kötü kullanımı
  • Anksiyete bozuklukları
  • Kadın olmak
  • Erken ebeveyn kaybı
  • Düşük sosyoekonomik düzey
  • Ayrı yaşama, boşanmış olma
  • İşsizlik: İşsizlik depresyonda risk etkeni olması yanında işte verimliliği azalmasının önemli nedenlerindendir.
  • Daha önce depresyon geçirmiş olma
  • Yakın zamanda önemli yaşam olayları, stres etkenleri
  • Kişilik yapısı
  • Çocukluk döneminde cinsel veya fiziksel kötü davranılma öyküsü
  • Bazı ilaçlar
  • Tıbbi hastalıklar
  • Hormonal değişiklikler.

Depresyonun nedenleri nelerdir?

Birçok psikiyatrik hastalıkta olduğu gibi depresyonda da tüm kliniği açıklayacak bir model bulunmamaktadır. Genel kabul gören görüş beyinde kimyasal iletimde rol alan maddelerle ilgili bir dengesizliğin olmasıdır. Bu dengesizlik çevresel nedenlerden etkilenmektedir.

Depresyon tedavi edilebilir bir hastalık mıdır?

Evet. Depresyonda tedavide işbirliği yapan hastalar tedaviye yüksek oranda yanıt verir.

Depresyon bir kişilik sorunu veya zayıflığı mıdır?

Kesinlikle hayır. Depresyon gerçek bir hastalıktır. Kişilik zayıflığı ile bağlantısı yoktur.

Antidepresan ilaçlar mutluluk ilacı mıdırlar? Bağımlılık yaparlar mı?

Hayır. Antidepresan ilaçlar depresyon olgularında duygudurumda yükselmeye neden olmakta, depresyonu tedavi etmekte, ancak normal duygudurumu değiştirmemektedir. Öfori (keyif-mutluluk hali) yapmazlar. Fiziksel bağımlılığa neden olmazlar.

İlaçların ciddi yan etkileri var mıdır?

Antidepresan ilaçlar uzun süre kullanım güvenliği kanıtlanmış ilaçlardır. Doktor denetiminde kullanılması halinde kalıcı ve ciddi yan etkilere neden olmazlar. Ancak her ilaca karşı aşırı duyarlılıkların olabileceği, fiziksel sorunların ilaçların yan etkilerini arttırabilecekleri unutulmamalıdır.

Sık görülebilen yan etkiler arasında

  • Ağız kuruluğu
  • Görme bulanıklığı
  • Kabızlık
  • Bulantı, kusma
  • Terleme
  • Uyuşukluk
  • Uyku sorunları
  • Kilo alma
  • Baş ağrısı, baş dönmesi
  • Mide barsak sistemi bozuklukları ve ishal
  • Karın ağrısı
  • Libido azlığı ve başka cinsel sorunlar
  • Bunaltı sayılabilir.

Yan etkilerin bireysel olarak ve ilaç gruplarına göre farklılık gösterebileceği unutulmamalıdır.

Depresyon olgularında intihar olasılığı ne kadardır?

Duygudurum bozukluğu gösterenlerde intihar düşünce ve eylemleri % 20-40 kadardır. İntiharları gerçekleştirenlerin geçmişlerinde de intihar girişimleri bulunmaktadır. İntihar riski belirtilerin şiddeti ile her zaman bağlantılı değildir. Yaşlılarda intihar olasılığı gençlere göre iki kat daha fazladır. Hastanede yatan olgularda intihar girişimi oranı % 15 kadardır. Depresyon olgularının % 15’i intiharla ölmektedir. Tüm intiharların % 70’i depresyon olgularıdır.

Depresyon tekrarlar mı?

Depresyon tekrarlayan bir hastalıktır. Daha önce yaşanmış olması tekrarlama olasılığını arttırır.

Depresyonda yineleme için risk etkenleri

  • Kalıntı belirtilerin varlığı
  • Daha önce depresyon geçirmiş olmak
  • Kronik depresyonu olmak
  • Duygudurum bozuklukları için aile öyküsü
  • Anksiyete ve madde kullanımı depresyonla birlikte görülmesi
  • Depresyonun 60 yaş üzerinde başlaması

Distimik Bozukluk

Distimik bozukluk, kronik bir seyir gösteren sinsi başlangıçlı bir depresyon türüdür. Sık görülmesine rağmen, teşhisi nadir koyulan ve bu yüzden gerektiği gibi tedavi edilemeyen bir rahatsızlıktır. Şiddeti, major depresyona göre daha hafif olmakla birlikte, uzun sürmesi, kişinin yaşamını oldukça olumsuz etkiler. Daha eski dönemlerde distimi şu isimlerle anılmıştır: kronik minor depresyon, nörotik depresyon, depresif nöroz, karakterolojikdepresyon, depresif kişilik, kronik disfori ve intermitan depresyon. Hastalarda fazla ağır olmayan, en az iki yıl süren depresyon belirtileri görülürdü. Hiç bir şeyden memnun olmama, uyku bozuklukları, müzmin karamsarlık durumu, yorgunluk, güvensizlik hali, isteksizlik ve ilgi azlığı, bedensel yakınmalar hastaları rahatsız eder. Rahatsızlıkta aralarda bir kaç gün süren iyi haller olabilir. Bu etkiler iki aydan daha fazla devam etmez. Kişilerdeki depresif belirtiler hafif şekilde en az 2 yıl devam eder. Bu süreğen gidişli bir sorundur. Depresyonun vegetatif belirtileri ön planda olur. Hastalarda anti depresan ilaçlarla sağaltımı yapılmaktadır. Bu rahatsızlık gizli depresyon olarak ta anılabilir. Hastaların en fazla şikayet ettiği konu depresif olmalarıdır. Rahatsızlığın başlangıç aşaması genellikle çocukluk ya da ergenlik döneminde olur. Daha nadir görülen ve geç başlangıçlı olan türü ise, orta yaşlı olan erişkinlerde ve geriatrik popülasyonda görülmektedir.

Distimik Bozukluk Tanı Kriterleri

  • Kişinin kendi öznel bildirimi ya da başkalarının gözlemiyle belirlenen, en az 2 yıldır çoğu gün ve günün çoğu zamanında sürmekte olan depresif duygudurum
  • Depresifken aşağıdakilerden en az 2 ya da daha fazlasının bulunması
    1) İştahsızlık ya da aşırı yeme
    2) Uykusuzluk ya da aşırı uyku
    3) Düşük enerji düzeyi ya da bitkinlik
    4) Düşük benlik değer duygusu
    5) Konsantrasyon zayıflığı ya da karar verme güçlüğü
    6) Umutsuzluk duyguları
  • Rahatsızlık olduğunda yukarıdaki etkilerin olmadığı 2 aydan daha uzun bir dönem bulunmaz.
  • Rahatsızlıkta ilk 2 yıl içinde majör depresif dönem bulunmaz.
  • Oluşan belirtiler tıbbi bir hastalığın etkisiyle oluşmaz.
  • Belirtiler klinik olarak anlamlı bir rahatsızlık yaratır ya da sosyal, iş ya da diğer önemli işlev alanlarında bozulmaya neden olur.

Distimik Bozukluk Tedavisi

Distimik bozuklukların tedavisinde farmakoterapi (ilaç tedavisi) ve psikoterapi oldukça yarar sağlamaktadır.

Bipolar Afektif Bozukluk

Bipolar bozukluk (iki uçlu bozukluk, eski adıyla manik-depresif hastalık) iki ayrı hastalık dönemleriyle karakterize bir ruhsal bozukluktur. Bu hastalık dönemlerinden bir tanesinde taşkınlık (mani), diğerinde ise çökkünlük (depresyon) bulunmaktadır. Birbirlerine zıt gibi görünen bu iki hastalık dönemi yatışma ve alevlenmelerle seyreder. Hastalık dönemleri dışında ise hasta hemen tamamen normale döner. Bazı hastalarda ise günlük yaşamı kısmen etkileyen kalıntı belirtiler görülmekle birlikte, hastalar düzelir.

Hastalık dönemlerini ele almak gerekirse, mani veya taşkınlık dönemi duygudurumun çok yükseldiği, hastanın aşırı coşkulu olduğu dönemdir. Bu dönemde hastada abartılı önemli düşünceler veya ayağı yere basmayan projeler, kendini olduğundan çok daha yüksekte hissetme, büyüklük düşünceleri, düşüncelerin hastanın zihninde adeta yarışması, kendini aşırı enerjik hissetme, uyku gereksiniminde azalma, hatta uyku gereksinimini inkar etme, sonuçlarını düşünmeden heyecanlı veya eğlenceli faaliyetlere kalkışmak (çok fazla para harcama, aşırı hızlı araba kullanma) görülen belirtilere örnektir.

Diğer yandan depresyon veya çökkünlük dönemi ise yukarıda yazılan durumun tam tersidir. Depresyonda ise hastada mutsuzluk, karamsarlık, umutsuzluk, özgüvende azalma, değersizlik hissetme, abartılı suçluluk veya pişmanlık duyguları, eskiden zevk aldığı faaliyetlerden zevk alamama, iştahsızlık veya uykusuzluk gibi değişiklikler, ölüm ve intihar düşünceleri, bedeninde nedeni açıklanamayan ağrılar ortaya çıkabilir.

Hastalığın toplumda görülme sıklığı yaklaşık % 1’dir. Yani 100 kişiden birinde görülür.

Bipolar bozukluk genellikle ergenlik döneminde veya erişkinlik döneminin başında başlar ve hayat boyu sorun olmaya devam edebilir. Erkek ve kadınlarda bu bozukluk eşit oranda görülür ve ırk, eğitim, meslek veya gelir düzeyi sebebiyle farklılık göstermez.

Bipolar bozukluğun sebebi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak araştırmalar, beyinde duygudurumun normal düzeyde kalmasını etkileyen bazı anormallikler olduğunu göstermiştir. . Bipolar bozukluğun en önemli nedeni genetik etkenlerdir. Yani ailede aynı hastalığı taşıyan akrabaların bulunmasıdır. Ancak hastalığın çeşitli nedenlerle tetiklenebileceği bildirilmiştir. Bunlardan en çok kabul görenler; yakın zamanda karşılaşılan yaşam olayları veya önemli yaşam değişiklikleri, beynin işleyişini etkileyen ilaçlar veya hastalıklar gibi etkenlerdir.

Bipolar Bozukluk Tedavi Edilebilir mi?

Diyabet ve kâlb hastalığı gibi, bipolar bozukluk da tedavi edilebilen bir hastalıktır. Bipolar bozukluğun mani ve depresyon belirtilerini kontrol altına alabilen veya önleyebilen etkili tedaviler bulunmaktadır.

Bipolar Bozukluk Nasıl Tedavi Edilir?

Bipolar bozukluğun temel tedavisi ilâçlarla yapılır. Bu hastalığın niteliğinden dolayı, çoğu zaman hem manik hem depresif belirtileri kontrol altına almak için tek ilâç yeterli olmayabilir; bu sebeple hastalık dönemine belirtilerin şiddetine bağlı olarak birden fazla ilâç kullanılması gerekebilmektedir. İlâç tedavisinin temel hedefi manik ve depresif dönemlerin sayısını azaltmaktır. Hastanın dönem sayısı ne kadar fazla olursa, belirtilerin tedaviye dirençli hâle gelmesi ihtimâli de o kadar artacaktır.

Hekiminiz tarafından tavsiye edilebilecek bir diğer tedavi de psikolojik tedavi, yâni psikoterapidir. Psikoterapi ilâç tedavisiyle birlikte uygulandığında, kişinin ve âilelerinin bu bozukluğu anlamalarına ve hayatlarını yeniden kurmalarına yardımcı olmaktadır

Psikoz, gerçeklerle hayal dünyasının karıştığı tüm hastalıklara verilen ortak bir addır. Genç erişkinlerde daha sık ortaya çıktığı bilinir.  Çoğu zaman psikotik bir deneyimden sonra tam iyileşme görülür. Her 100 gençten üçünün yaşamlarının bir döneminde psikotik belirtiler yaşayabildiği bildirilmiştir. Psikotik belirtiler şu biçimde özetlenebilir:

Düşüncede bozulma: Cümlelerin sırasının karışması anlamsız konuşmalar, bir diyalogu sürdürmekte güçlük, düşünce üretme hızında artma ya da azalma olabilir.

Saanrılar: Psikotik atak sırasında kişinin mantıklı düşünce ve kanıtlarla değiştirilemeyen ve sanrı adı verilen yanlış inançlara sahip olabilmesine sık rastlanır. Örneğin beynine izleme cihazı yerleştirildiğini, sıradan bir kişi olduğu halde polis tarafından arandığını, evinin kameralarla izlendiğini düşünebilir.

Halüsinasyonlar: Psikoz esnasında kişi olmayan sesler, kokular duyabilir, olmayan nesneler görebilir. Örneğin yediği yemeğin tadının değişik olduğunu hissederek bunu zehirlenmeye çalışıldığı inancı ile birleştirebilir.

Duygularda değişiklik: Belirli bir sebep olmadığı halde kişinin duyguları değişiklikler gösterebilir. Yoğun çöküntülerle kaygılar arasında gidip gelebilir.

Davranışlarda değişiklik: Psikotik dönemde kişiler her zamanki davranışlarından farklılıklar gösterebilirler. Aşırı aktif ya da tamamen kendi kabuklarına çekilmiş olabilirler. Belirli bir sebep olmadığı halde gülme izlenebilir. Örneğin bir tehdit olmadığı halde polisi arayıp takip edildiğini bildirebilir, yoğun kötülük görme korkusu nedeniyle kişi hiç uyumayabilir.

Belirtilerin şiddeti ve biçimi kişiler arasında büyük farklılıklar gösterebilir. Psikotik belirtiler gösteren kişilerin aileleri ve yakın çevrelerinde bu durum şaşkınlık ve tedirginlik yaratır. Durum çevreye son derece anlaşılmaz gelir. Ancak bu ilk Psikotik belirtilerin tanınması ve hızla bir tedavi planlanması çoğu zaman bozukluğun daha sonraki gidişini belirler. Bu sebeple erken belirtilerin tanınması önemlidir. Bu erken belirtiler hafif, belirsiz, zor tanınır olabilir. Önemli olan kişideki bu değişikliklerin kalıcı ya da giderek kötüleştiğini saptayabilmektir. Bu erken dönemde bazı kişiler içe kapanıp çevre ile temaslarını en aza indirirlerken bazı kişiler duygu ve hislerindeki değişiklikleri çevreleri ile paylaşırlar, ancak bu ilk dönemde açık biçimde yanlış inançlar ya da hayali sesler, görüntüler olmayabilir. Şu durumlarda bir psikotik bozukluğun yaklaşabildiği konusunda dikkatli olmak gerekir:

Eğer kişi daha şüpheci, üzüntülü, endişeli, gergini tahammülsüz, öfkeli hale gelmişse;

Eğer kişi duygudurumda dalgalanmalar, uyku bozuklukları, iştah değişiklikleri, enerji ve motivasyon kaybı, unutkanlık ve dikkat kaybı yaşıyorsa;

Eğer kişi düşüncelerinde hızlanma ya da yavaşlama olduğunu, nesnelerin ve çevrenin her zamankinden değişik göründüğünü, kendi vücuduna yabancı hale geldiğini hissediyorsa;

Kişinin ailesi ve yakın çevresi kişide davranış değişiklikleri, iş yapma becerisinde bir azalma, daha fazla içe kapanıklık, ilişkilerden ve sosyal hayattan kaçma olduğunu hissediyorlarsa bu durum bir psikotik bozukluğun erken habercileri olabilir. Bu belirtiler okul, iş yaşamı ya da kişiler arası ilişkilerde yaşanan strese bağlı kısa süreli değişiklikler de olabilir. Ancak bir Psikotik bozukluğun habercisi ise erken dönemde teşhis edilmesi kişiye çok büyük yarar sağlayacaktır. Bu nedenle benzer belirtilere sahip kişilerin erken dönemde bir psikiyatri uzmanı tarafından değerlendirilmesi çok büyük önem arz etmektedir.

Birçok insan zaman zaman çeşitli konularda evham, endişe ve takıntılara kapılabilir. Ancak çoğu kez günlük yaşam içinde ortaya çıkan bu duygular ile baş edebilir ve sorunlarımızı yaşamımızı etkileme noktasına varmadan çözüme ulaştırabiliriz.

Takıntılı düşüncelerin günlük yaşamımızı etkileyecek, günlük aktivitelerimizi kısıtlayacak düzeye gelmesi durumunda OBSESİF-KOMPULSİF BOZUKLUK (OKB) adı verilen bir ruhsal hastalık akla gelmelidir.

OKB NEDİR?

OKB, obsesyon adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan bir ruhsal hastalıktır.

Obsesyon

Kişinin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişinin isteği dışında gelirler, kişi tarafından mantıkdışı olarak değerlendirilirler ve yoğun sıkıntı ve huzursuzluğa yani anksiyeteye neden olurlar.

Kompulsiyon

Obsesyonların neden olduğu yoğun sıkıntı ve huzursuzluğu azaltmak ya da ortadan kaldırmak üzere yapılan yineleyici davranış ve zihinsel eylemlerdir.

OKB NE KADAR SIKLIKTA GÖRÜLÜR?

Büyük toplum kesimlerinde yapılan araştırmalarda OKB’nin her 100 kişiden 2-3’ünde görüldüğü saptanmıştır.

OKB HANGİ YAŞLARDA BAŞLAR VE KİMLERDE DAHA SIK GÖRÜLÜR?

Genellikle ergenlik döneminde ve 20-30’lu yaşlarda başlamasına karşın, okul öncesi çağdaki çocuklar dahil herhangi bir yaşta görülebilir. Erkeklerde daha erken yaşlarda başlamasına karşın genel olarak kadınlarda daha sık görülmektedir.

OKB BELİRTİLERİ NELERDİR?

Obsesyon ve kompulsiyonlar toplum-dan topluma, kültürden kültüre değişiklik gösterebilir. Ülkemizde ve tüm dünya toplumlarında en sık görülen obsesyon ve kompulsiyon türleri aşağıda örnekler verilerek sıralanmıştır.

Bulaşma Obsesyonu ve Temizlik Kompulsiyonu

Kişinin bedeninin ve giysilerinin kir, mikrop, toz gibi etkenler; kimyasal maddeler, deterjanlar, zehirler ile idrar, gaita ve diğer beden salgıları ile bulaşacağına ilişkin takıntıları ve bu takıntıların yarattığı sıkıntıyı gidermek için yaptığı davranışlarıdır.

34 yaşında ev kadını, eve gelen misafirlerin dışarıdan mikrop taşıyacağı şeklindeki obsesyon-larından dolayı evdeki tüm terlikleri yıkanabilir terlik olarak değiştirmişti ve misafirler gittikten sonra hepsini çamaşır makinesinde yıkıyordu.

 

43 yaşında erkek hasta, ev ortamı dışında tuvalete gitmiyor, evde de tuvalete her gittiğinde idrar sıçradığı şeklinde takıntılı düşünceler ile çoraplarını ve pantolonunu değiştiriyordu.

 

Bu örneklerde kişilerin bedenlerine ve elbiselerine değişik maddelerin bulaşacağı düşüncesi bulaş obsesyonu, ortaya çıkan sıkıntıyı gidermek için temizlik ve yıkanma davranışları yapmaları ise kompulsiyonu oluşturmaktadır.

Kuşku obsesyonu ve kontrol kompulsiyonu

En sık görülen obsesyon ve kompulsi-yonlardandır. Kişi gaz ocağı, kapı, kilit gibi nesnelerin açık kalmış olabileceğinden, ütü vs. elektrikli aletlerin fişlerinin prizde takılı kalmış olabileceğinden kuşku duyar (Kuşku obsesyonu) ve emin olmak için tekrar tekrar kontrol etme gereksinimi duyar (Kontrol kompulsiyonu). Bu kuşku ve kontroller yaşamın birçok alanında kendini gösterebilirler.

45 yaşında erkek hasta, her akşam işinden evine döndüğünde otomobilini park edip evine girdikten sonra otomobilin kapısını kilitlediğin-den emin olmuyor ve bazen iki-üç kez olmak üzere sokağa çıkıp otomobil kapılarını kontrol ediyordu.

 

54 yaşında erkek hasta, her sabah kendi kullandığı otomobili ile bir kavşaktaki polisin yanından geçiyor, biraz uzaklaştıktan sonra “acaba otomobilin sol aynası ile polise çarpıp yaralamış mıyımdır?” şeklinde kuşkular nedeni ile geri dönüyor, polisin sağlıklı olduğundan emin olduktan sonra rahatlayarak işine gidiyordu.

 

Başkalarına zarar vereceği, elinde olmadan saldırgan davranışlarda bulunacağı şeklinde obsesyonlar

Bazen hastalarda elinde olmadan başkalarına rahatsızlık ya da zarar vereceği, ağzından hoş karşılan-mayacak nitelikte sözcükler kaçıracağı, yanındaki insanlara elinde olmadan zarar vereceği şeklinde obsesyonlar olabilir.

40 yaşında erkek hasta, evde ailesi ile birlikte otururken “kontrolümü kaybeder de elimden bir kaza çıkar, eşime, çocuğuma zarar verir miyim” şeklinde düşünceleri nedeni ile aile üyelerinin bulunduğu ortamda eline makas/bıçak gibi kesici/delici aletler almıyordu.

 

Lohusalık dönemindeki genç bir anne bebeğini emzirirken ya da altını temizlerken “kontrolümü kaybederim de bebeğimi boğar, öldürür müyüm” şeklinde düşünmekten alıkoyamadığı ve çok yoğun sıkıntıya neden olan takıntılı düşüncelere sahipti.

 

Cinsel içerikli obsesyonlar

Zaman zaman OKB’li hastalarda kendine, yaşına, toplumdaki yerine hiç yakıştıramadığı bir biçimde, cinsel içerikli obsesyonlar bulunur.

65 yaşında, dini inançları kuv-vetli kadın hasta, çevresindeki erkeklere ilişkin cinsel içerikli hayaller kurmaktan kendini alamıyor, bu hayalleri zihninden bir türlü uzaklaştıramıyor ve çok rahatsızlık duyuyordu.

 

16 yaşında lise öğrencisi erkek hasta, “Kontrolümü kaybedip de elimde olmadan bayan öğret-menlerime ve kız arkadaşlarıma sarkıntılık yapar mıyım ya da yanlış anlaşılabilecek davranış-larda bulunur muyum?” şeklinde cinsel içerikli obsesyonlara sahipti.

 

Dini içerikli obsesyonlar

Özellikle dini inançları yoğun yaşayan toplum kesimlerinde sık görülen bir obsesyon türüdür. Kişi kendini inanç ve görüşlerine tam karşıt bir biçimde ve çok yoğun sıkıntı yaratacak şekilde dini içerikli takıntılı düşünceleri düşünmek-ten alıkoyamaz.

58 yaşında, dini ibadetlerini tam olarak yerine getirdiğini ifade eden bir erkek hasta, namaz sırasında tam başını secdeye koyduğunda “Allah’ın varlığından kuşku duyma” şeklinde takıntılı düşünceler geldiğinden yakınıyordu.

 

Simetri/düzen  obsesyon ve kompulsiyonları

Simetri gereksinimi ve düzen takıntıları da sık görülen belirtilerdendir. Kişinin tüm yaşamında simetri gereksinimi ve düzenlilik hakimdir.

35 yaşında ev kadını, sehpaların üzerinde bulunan örtülerin sehpanın tam ortasında durmasına özen gösteriyor, halının saçaklarından ters dönenler varsa düzeltmeden duramıyordu.

 

43 yaşında erkek hasta görev yaptığı kütüphanede raflardaki kitapları büyükten küçüğe, kalın ciltliden ince ciltliye belirli bir düzen içinde yerleştirmek için günlük mesaisinin büyük bir kısmını harcıyor, yapması gereken diğer işleri aksatıyordu.

Dokunma kompulsiyonları

Zaman zaman bazı OKB’li hastalar bazı davranışları yapmadan önce kendilerince önemsedikleri bir eşyaya dokunma gereksinimi duyarlar.

37 yaşında erkek hasta, sabahları işine giderken vestiyerin yanında asılı duran ve üzerinde mutlu bir aile resmi bulunan anahtarlık kutusuna dokunmadan çıkarsa, ailesini ilgilendiren olumsuz bir olay ile karşı karşıya kalabileceklerinden endişe duyuyor, bazen geri dönüp yeniden dokunma gereksinimi duyuyordu.

Sayma kompulsiyonları

Bazı OKB’li hastalar herhangi bir günlük aktiviteyi belirli bir sayıya kadar saymadan yaparsa işinin rast gitmeyeceğini düşünerek sayma davranışında bulunurlar.

33 yaşında kadın hasta, sabahları çocuğunu okula gönderirken üç kez “yolun açık olsun” demezse başına kötü bir şey geleceğinden endişe duyuyordu.

Biriktirme ve saklama  kompulsiyonları

Sık görülen kompulsiyon türüdür. Kişi “ileride gerekli olabilir” şeklinde bir düşünce ile gerekli olmayacak eşyaları bile biriktirebilir / saklayabilir.

38 yaşında erkek hasta, uzun yıllardan beri düzenli olarak aldığı gazeteleri “içindeki bilgiler ileride çocuklarıma gerekli olabilir” şeklide bir düşünce ile düzenli bir şekilde ve tarih sırasına göre paketleyerek saklıyordu.

 

Batıl itikatlar, uğurlu, uğursuz sayılar ve renkler

Çoğu kişinin kültürel özelliklerinin bir parçası olarak bazı inanışları, davranışları, uğurlu ya da uğursuz saydığı sayı ve renkleri olabilir.  Merpen altından geçmemek, çocukların üstünden atlayıp geçmemek, evden sağ ayakla çıkmak, yatağın sol tarafından kalkmamak gibi.

Bu tür inanışlar günlük yaşam aktivitelerini engelleyecek ya da günlük işlevlerimizi kısıtlayacak kadar sık ve yoğun ise o zaman hastalık düzeyinde değerlendirilebilir.

HER TAKINTILI DÜŞÜNCE YA DA DAVRANIŞ OKB MİDİR?

Yukarıdaki örnekleri okuduğunuzda aklınızdan “temiz, tertipli ve düzenli olmanın; güvenlik amacı ile kapıları, pencereleri kontrol etmenin ne zararı var, bunlar hastalık mı sayılmalı?” şeklinde düşünceler geçebilir. Elbette bu davranışları günlük yaşamımızda yapıyoruz ve hastalık olarak sayılmamalıdır. Ancak tıbbi açıdan bu şekildeki düşünce ve davranışların hastalık sayılabilmesi için günlük işlevlerimizi etkileyecek, kısıtlayacak, bozacak kadar şiddetli ve yoğun olmalıdır. Örneğin, bir ev kadınının temiz ve düzenli olması doğal olarak hastalık sayılmaz ama hemen her gün, günün her saatinde temizlik yapıyor, her gün çamaşır yıkıyor ve bu davranışları nedeni ile de çocuklarına onları sağlıklı bir biçimde yetiştirebilmek için yeterli zamanı ayıramıyorsa hastalık olarak değerlendirilebilmelidir. Bir kişinin otomobilinin camlarının kapalı, kapılarının kilitli olduğundan emin olması güvenlik nedeni ile garip karşılanmayabilir ama evinden tekrar tekrar çıkarak ya da yolda geriye dönerek cam ve kapıları kontrol etmesi dikkat edilmesi gereken bir durumdur.

OKB’NİN NEDENLERİ NELERDİR?

Herhangi bir kesinlik kazanmamasına karşın OKB’nin nedeni olarak birkaç varsayım üzerinde durulmaktadır.

Genetik nedenler

OKB’li hastaların anne-babalarında ve diğer birinci derece akrabalarında OKB’nin sık olarak görülmesi hastalığın genetik olabileceğini düşündürmekte-dir.

Beyin işlevlerinde bozulma ve serotonin

Beyin üzerinde yapılan araştırmalarda beynin bazı bölgelerinde ve özellikle de beyin içindeki sinirsel iletimde önemli rolü olan serotonin maddesinin işlevlerinde bozukluk saptanması bunların OKB’nin nedeni olarak araştırılmasına yol açmıştır.

Çocukluk çağı travmaları

Çocukluk çağı travmalarına  (örneğin, cinsel istismar) maruz kalanlarda ileri yaşamlarında önemli bir stres yaşantısı ardından OKB’nin ortaya çıkabilmesi erken çocukluk dönemlerinin OKB gelişiminde önemli rol oynadığını göstermektedir.

Kişilik özellikleri

Kişilik yapısı olarak titiz, kuralcı, ayrıntıcı, mükemmeliyetçi özelliklere sahip olan kişiler OKB’ye yatkın kişiler olarak değerlendirilmektedir.

OKB NASIL TEDAVİ EDİLİR?

OKB günlük yaşam etkinliklerini ciddi olarak kısıtlayabilen, aile, meslek ve sosyal yaşamda önemli işlev kayıplarına yol açan, yaşam kalitesini düşüren bir hastalıktır.

Kronikleşme yani müzmin hale gelme olasılığının yüksek olması tedavinin önemini arttırmaktadır. Tedavide kullanılan birkaç yöntem bulunmak-tadır.

İlaç  tedavisi

Özellikle serotonin sistemi üzerinde etkili olan ilaçlar OKB tedavisinde oldukça yaralı olmaktadır. Serotonin Geri Alım Engelleyiciler adı verilen bu grup ilaçlar OKB tedavisinde yaygın ve başarılı şekilde kullanılmaktadır.

Tedavinin ilk günlerinde hafif bulantı, baş ağrısı, uyku bozukluğu, midede huzursuzluk gibi geçici yan etkiler ile hastaların çoğunun dile getirmeye çekindikleri cinsel yan etkiler görülebilir. Ancak bu grup ilaçlar genellikle hastalar tarafından kolaylıkla kullanılan ve kullanımları sırasında bir sorun yaşanmayan ilaçlardır.

Etkilerinin görülmesi için iki hafta kadar beklemek gerekir. İlacın etkili olup olmadığına karar vermek için en az 10 hafta süre geçmesi beklenmelidir. Etkili olduğuna karar verilirse tedavinin gerekirse günlük doz arttırılarak en az iki yıl sürdürülmesi gerekir.

Bilişsel-davranışçı tedavi

Obsesif hastalar kaygı verici düşünceler ile bu düşüncelerden kaçarak ve kaçınarak başa çıkmaya çalışırlar. Ne var ki düşüncelerden kaçmaya çalıştıkça bu düşünceler daha da artmakta ve böylelikle kısır bir döngü oluşmaktadır. Davranış tedavilerinde amaç hastayı kaygı veren ve kaygı oluşturduğu için kaçma ve kaçınma davranışlarına neden olan düşüncelerle  [obsesyonlar]  karşı karşıya getirmek ve bu karşılaştırmanın oluşturduğu kaygıyı azaltmak için devreye giren tekrarlayıcı davranışları [kompulsiyonlar] engellemektir. Hedef rahatsızlık veren düşüncenin oluşturduğu kaygıyı söndürmek ve alışma durumunun oluşmasını sağlamaktır. Bu şekilde yapılan tedaviye alıştırma tedavileri adı verilir.

Bilişsel tedavilerde ise amaç rahatsız edici düşüncelerin oluşturduğu sorumluluk algısını azaltmaktır. Sorumluluk biçiminde bir algılama olmadığında hastalar akla gelen rahatsızlık verici düşünceleri yansızlaştırmak ve etkisiz kılmak için tekrarlayıcı davranışlar gösterme ihtiyacı hissetmeyeceklerdir. Amaç düşünceleri gerçek gibi algılamayı azaltmaktır. Bu nedenle tedavide tehdit tehlike ve aşırı sorumluluk algılarının ne oranda gerçekçi olduğu ve hangi düşünce  hataları sonucu abartılı tehdit ve tehlike algılarının ortaya çıktığı hasta ile birlikte araştırılır. Bilişsel hataların belirlenmesinden sonra yeterince işlevsel olmayan bu düşüncelerin daha gerçekçi ve işlevsel olanları ile yer değiştirmesi sağlanır. Düşüncelerinin  bir felaketle sonuçlanacağını düşünen hastalardan bu dü-şünceleri durdurmak yerine özellikle akla getirmeleri istenmekte ve ardından korkulan sonuçların oluşmadığını görmeleri tedaviye uyum sağlamakta önemli yararlar oluşturmaktadır.

Bilişsel ve davranışçı terapiler hem hastalığın tedavisinde hem de özelikle nükslerin önlenmesinde çok önemli bir yer tutmakta, tedavide bazen tek başlarına bazen de ilaç tedavileri ile birlikte kullanılabilmektedirler. Bilişsel davranışçı tedaviler tedavi seçenekleri arasında en önemli yeri tutmaktadır.

Türkiye Psikiyatri Derneği
Anksiyete Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi

www.psikiyatri.org.tr

Kaygılanmak Normal midir? 

Kaygı yaşamın normal bir parçasıdır. Herkes günlük yaşam içinde değişik konularla ilgili kaygı duyabilir. Yetişmesi gereken bir iş, sınav, sağlık, para, çocuklar ve aileyle ilgili sorunlar birçok insanı kaygılandırabilir. Aslında kaygı, bir ölçüde bizim günlük sorunlarla baş edebilmemiz için hazırlıklı olmamızı, bir tehlike durumunda da hızlı karar verip kurtulmamızı sağlar. Normalde bu tür kaygı hafiftir ve baş edilebilir düzeydedir.  

Yaygın Anksiyete Bozukluğu Nedir? 

Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) olan kişilerde ise “sürekli, aşırı ve durumla uygun olmayan bir endişe durumu” söz konusudur. Aşırı endişe, kişinin günlük yaşamını olumsuz yönde etkiler ve hatta olağan yaşam etkinliklerini sürdürmesini engeller. Bu kişiler her durumda olası en kötü sonucu düşünürler, herşey kendi denetimlerinin dışındadır, iyi bir olasılık ya da geriye dönüş mümkün değildir. YAB’da aşırı endişe ve kaygı genellikle sağlık, aile, para ya da iş gibi konularla ilgilidir. Denetlenemez nitelikte olan endişe hali en az altı ay boyunca hemen hergün vardır ve gün boyunca sürer.

YAB’nun yaşam boyu görülme sıklığı %5-6’dır. Başka bir deyişle, her 100 kişiden 5-6’sı yaşamlarının herhangi bir zamanın bu rahatsızlığı yaşayabilir. Yaşla birlikte kaygı duyarlılığı artar. YAB yaşlılıkta en sık görülen anksiyete bozukluğudur.  

Yaygın Anksiyete Bozukluğu Belirtileri Nelerdir? 

Gerçek bir neden yokken ya da nedeni olsa bile durumla uygunsuz olan, aşırı olan denetlenemeyen nitelikteki endişe hastalığın temel belirtisidir. Çoğu zaman kişi endişelerinin aşırı olduğunun farkındadır, ancak endişelenmelerini denetleyemezler ve bir türlü sakinleşemezler. Çevrelerinde “aşırı evhamlı” olarak tanınırlar. Yorgunluk, dikkat bozukluğu ve konsantrasyon güçlüğü, en ufak sesle kolayca irkilme, uykuya dalamama ve gece sık sık uyanma diğer önemli belirtilerdir.

YAB’a sıklıkla sanki fiziksel bir hastalık varmışçasına kendini gösteren bazı bedensel belirtiler eşlik eder. Bu belirtiler: nedensiz yorgunluk, başağrısı ve kas ağrıları, yutma güçlüğü, titreme ve seyirmeler, terleme, tahammülsüzlük, bulantı, sersemlik hissi, sıcak basması gibi fiziksel yakınmalardır.  

Yaygın Anksiyete Bozukluğu Nasıl Oluşur? 

Stresler YAB’ın gelişiminde önemli rol oynar. Çocukluk dönemi ve genç erişkinlik çağları arasında başlayan YAB, yavaş ve sinsi bir gelişim gösterir. Hastalığın belirtileri dönem dönem iyileşmeler ve alevlenmeler gösterir. Stresli yaşam olayları olduğunda belirtiler çoğunlukla kötüleşir. Hastalığın oluşmasında “kalıtsal etkenler, beyin nörokimyasındaki değişiklikler, kişilik özellikleri ve stres verici yaşam olayları” etkilidir. Hastalar yorgunluk, gerginlik, kas ağrısı ve başağrısı gibi bedensel belirtiler nedeniyle çoğu zaman psikiyatri dışı branş hekimlerine başvururlar ve doğru tanının konması ve uygun biçimde tedavi edilmesi gecikebilir.  

Yaygın Anksiyete Bozukluğu Tedavi Edilebilir mi? 

YAB tedavi edilebilir bir hastalıktır.

İlk yapılması gereken bir psikiyatri uzmanına başvurmaktır. İlk başvuruda kapsamlı bir psikiyatrik değerlendirmenin yanı sıra, bu belirtilerin herhangi bir fiziksel hastalıktan kaynaklanıp kaynaklanmadığını anlamak için bazı incelemeler yapılacaktır.

Tedavi gören YAB’lı hastaların çoğunluğu tedaviden yarar görür. Psikoterapi ya da ilaç tedavileri uygulanabilir. Bu yöntemlerden birinin ya da birlikte uygulanmasının etkin olduğu gösterilmiştir. Hangi tür tedavinin size uygun olabileceğine doktorunuzla birlikte karar vermek yerinde olacaktır. Bir kişi için uygun olan bir tedavi, diğeri için uygun olmayabilir.

YAB tedavisinde antidepresan ve anksiyolitik ilaçlar kullanılır. Bu ilaçlar depresyonun ve başka anksiyete bozukluklarının tedavisinde de kullanılır. YAB’da etkin oldukları iyi bilinmektedir. Tedavinin amacı kaygı ve gerginliğin hızla tedavi edilmesidir. Tedavide kullanılan ilaçların ciddi yan etkileri ve bağımlılık riskleri yoktur. YAB’da kaygı gidermeye yönelik kullanılan benzodiyazepin grubu ilaçlar yeşil reçeteyle verilmektedir. Bu grup ilaçlar da ancak “doktorunuzun önerdiği dozlarda ve sürede” kullanıldığında etkili ve güvenli kullanılabilir.

İlaç tedavisinin etkisi birkaç haftadan önce başlamayacaktır. İlaç tedavisi belirtiler tamamen düzelene kadar sürmelidir. Tam düzelme sağlandıktan sonrada tedaviye en az 1 yıl daha devam edilmelidir.

Türkiye Psikiyatri Derneği

www.psikiyatri.org.tr

“Sadece bir saniye için gözlerinizi kapatın ve bir odaya girdiğinizi ve orada bazı arkadaşlarınızı ve meslektaşlarınızı gördüğünüzü düşünün, birden yere doğru bakıyorsunuz ve üzerinizde hiçbir giysinin olmadığının farkına varıyorsunuz”. Sosyal fobisi olan kişilerin bir toplumsal durumla karşılaştıklarında neler hissettiklerini bu senaryo çok iyi anlatmaktadır. “Büyük bir utanç duyarsınız, odadan kaçıp gitmek istersiniz, sanki ölecekmiş gibi olduğunuzu hissederseniz, hiç kimseyi yeniden görmek istemezseniz”. SF bireyin başkaları tarafından yargılanabileceği kaygısını taşıdığı toplumsal ortamlarda mahcup ya da rezil olacağı konusunda belirgin ve sürekli korkusunun olduğu bir kaygı bozukluğudur. Kişiler başkalarıyla etkileşimde bulunmalarını gerektiren ya da bir eylemi başkalarının yanında yerine getirmeleri gereken durumlardan korkarlar ve bunlardan olabildiğince kaçınmaya çalışırlar. Başkalarının kendileriyle ilgili olarak anksiyeteli, zayıf, kaçık ya da aptal gibi yargılarda bulunacağını düşünürler. Ellerinin ya da seslerinin titrediğinin farkına varacaklarıyla ilgili kaygılarından ötürü toplum önünde konuşmaktan korkabilirler ya da düzgün bir biçimde konuşamıyor gibi görünmekten korktukları için başkalarıyla karşılıklı konuşurken aşırı kaygı duyabilirler. Diğer insanların ellerinin sallandığını görmesinden utanç duyacaklarından korktukları için başkalarının yanında yemekten, içmekten ya da yazı yazmaktan kaçınabilirler.

Sosyal fobinin tipleri var mıdır?

Sosyal fobi iki şekilde görülür. Korkular bir çok toplumsal durumları kapsıyorsa yaygın tip, bazı durumları kapsıyorsa (Başkalarının önünde imza atmak, yemek yemek, konuşma yapmak gibi) yaygın olmayan tiptir.

Ne sıklıkta görülür?

SF’nin yaşam boyu görülme oranı % 2-13 arasındadır. En sık görülen psikiyatrik hastalıklardan biridir. Türkiye’de üniversite öğrencilerinde yapılan araştırmada %24’ünde bu hastalığın olduğu saptanmıştır.

SOSYAL FOBİ HANGİ YAŞLARDA BAŞLAR?

Sosyal fobi alt tipine göre değişmekle birlikte erken ve geç ergenlik dönemi arasında başlar (10-17 yaş) Yaygın tipin daha erken yaşta başladığına dair bilgiler vardır.

KİMLERDE DAHA SIK GÖRÜLÜR?

Maddi durumu ve sosyal konumu , yetersiz ? , hiç evlenmemiş, işsiz ve eğitim düzeyi yüksek olmayanlarda sık görülmekle birlikte, hastalığın erken dönemlerinde toplum içine yeterince çıkmama  de risk etmenleri arasındadır. Kalıtımdan daha çok, çocuk yetiştirme tarzı, ailenin başkalarıyla yeterince görüşmemesi  ve ebeveyn modeli önemlidir. Çocukluk çağından itibaren aşırı çekingen olan kişilerde, gelecekte SF gelişme riski daha yüksektir

Sosyal Fobi mi çekingenlik mi?

Toplulukta konuşma, sosyal ortamlarda kendini ifade edebilme gibi konularda çekingenlik  sık görülen bir durumdur. Bunların büyük bir kısmı hastalık kapsamında değildir. Hatta bir işe başlamadan önce “yapamazsam rezil olur muyum?” düşüncesi kişiyi motive eder ve daha iyi hazırlanmasına yardımcı olur. Sosyal fobi demek için ise kişide korkunun yanı sıra kaçınma davranışlarının olması gerekmektedir. Ya da kişi kaçmıyorsa, bu duruma katlanmaya kendisini zorluyorsa; büyük bir sıkıntı yaşar. Ayrıca SF ’de kişi korkularının aşırı ya da anlamsız olduğunu bilir. Eğer gerçekten korku duyulabilmesi anlamlı bir olay varsa, tanı SF değildir. Örneğin sözlüye hiç çalışmamış bir öğrencinin sınıfta adının çağrılmasından korkması gibi.

Sosyal Fobinin Belirtileri Nelerdir

SF’de korkulan durumla karşılaşıldığında bedensel belirtiler ortaya çıkar. Bunlar yüz  kızarması, terleme, ağız kuruluğu, çarpıntı, nefes kesilmesi, nefes darlığı, mide barsak sisteminde rahatsızlık, diyare, kas gerginliği, titreme gibi. Bu sırada aklından geçen düşünceler “güçsüzüm, yetersizim, çirkinim, beğenilmiyorum, sevilmeye layık değilim, hata yapmamalıyım, mükemmel olmalıyım, kaygılı olduğumu belli etmemeliyim, rahat davranmalıyım, kusursuz görünmeliyim, herkesin beğenisini kazanmalıyım” şeklindedir. Bu düşünceler sonrasında oluşan kaçınma belirtileri ise korkulan ortama girmeme, korkulan ortamı terk etme, göz temasından kaçınma, ilgisiz şeyler düşünme şeklinde olabilir.

Liebowitz Sosyal Fobi Ölçeği’nde belirlenen sosyal durumlar şu şekildedir.

  • Toplum içinde telefonla görüşme
  • Küçük bir grup etkinliğinde yer alma
  • Toplum içinde yemek yeme
  • Toplum içinde bir şeyler içme
  • Yetkili biri ile konuşma
  • Dinleyiciler önünde konuşma, rol yapma
  • Partiye/ eğlenceye gitme
  • Başkaları tarafından izlenirken çalışma
  • Başkaları tarafından izlenirken yazma
  • Çok iyi tanımadığı biriyle telefonda görüşme
  • Çok iyi tanımadığı biriyle yüz yüze konuşma
  • Yabancılarla karşılaşma
  • Genel tuvaletleri kullanma
  • Birilerinin oturduğu odaya girme
  • İlgi odağı olma
  • Bir toplantıda hazırsızlık konuşma yapma
  • Yetenek, yeti veya bilgi testine tabi tutulma
  • İyi tanımadığı birine onaylanmadığını veya aynı düşüncede olmadığını ifade etme
  • Çok iyi tanımadığı birinin gözlerinin içine bakma
  • Önceden hazırlanmış bir raporu bir gruba sözel olarak sunma
  • Romantik veya cinsel ilişki amacıyla birini tavlamaya çalışma
  • Alınan bir malı parasını geri almak üzere  iade etme
  • Parti / davet verme
  • Israrlı bir satıcıya karşı koyma

NEDENLERİ?

Sosyal fobide kalıtsal geçişin rolü çok güçlü olmasa da vardır. Akrabaları arasında sosyal fobik olan kişilerin bu hastalığa yakalanma riski bir miktar daha yüksektir. En önemli etmenlerden biri  beyinde bir takım kimyasal ve elektriksel bozukluklar olduğudur, özellikle serotonin adı verilen bu  kimyasal maddenin SF’lilerin beynindeki oranının normalden az olduğu veya iletimde aksaklıklar bulunduğu ileri sürülmüştür. Ayrıca zihinsel altyapısı önceden hazırlanmış olan SF bazen belirli bir olaydan sonra gün yüzüne çıkmış ve örseleyici bir yaşantı ile koşullanaarak  yerleşmiş olabilir. Örneğin öğrenci sınıfta ders anlatırken bir hata yapmış ve arkadaşları ona gülmüştür. O da küçük düştüğünü, rezil olduğunu düşündüğü için utanç hissine kapılmış ve bedensel belirtiler göstermiştir. Bir dahaki sefere ders anlatmak için yine tahtaya çıktığında önceki deneyimi olumsuz beklentilere yol açacak, bulunduğu ortam duygularını tetikleyecek ve belirtiler ortaya çıkacaktır. Çocuk yetiştirme biçimi de hastalığın oluşmasında önemli etmendir. Genelde aşırı koruyucu, ya da red edici, duygusal sıcaklıktan yoksun, katı anne babalar olabilir. Bazen çocuktan yüksek beklentileri olduğunda bunlara ulaşılamayınca çocuk cezalandırıabilir, böylece başarısızlık korkusu gelişebilir. Tanıdık olmayan ortamlara, insanlara ve nesnelere aşırı korku duyma olarak tanımlanan davranışsal ketlenmenin, SF gelişiminde öncül belirti olduğu söylenmiştir.

SOSYAL FOBİ NASIL TEDAVİ EDİLEBİLİR ?

SF tedavisi olan bir hastalıktır. Her şeyden önce gerçekçi beklentiler içinde olmak gerekir. Beraberinde diğer psikiyatrik hastalıkların olması, başlangıç yaşının erken olması, kişinin tedavi isteği gibi bir çok etken tedavinin başarısını etkilemektedir.

SOSYAL FOBİ NASIL TEDAVİ EDİLİR?

SF’de ilaç tedavisi ve psikoterapi ( konuşmaya dayalı ruhsal tedavi) uygulanır. Hastanın durumuna göre bazen tek başına psikoterapi, bazen ilaç tedavisi uygulansa da genelde her ilisinin beraber uygulanmasında başarı daha yüksektir. İlaç tedavisinde özellikle serotonin sistemi üzerinde etkili olan ilaçlar seçilir. Tedavinin ilk günlerinde hafif bulantı, baş ağrısı, uyku bozukluğu, midede huzursuzluk gibi geçici yan etkiler oluşabileceği, zamanla bu belirtilere vücudun alışabileceği hastaya bildirilir. Bu ilaçlar bağımlılık yapmaz, kalıcı hasar veren yan etkileri yoktur. İlaç etkisinin ortaya çıkması için iki-üç hafta kadar beklemek gerekir. İlacın etkili olup olmadığına karar vermek için en az 10 hafta süre geçmelidir. Tedavi süresi, ortalama  9-12 aydır.
SF’de en sık uygulanan terapi şekli Bilişsel ve Davranışçı Terapidir.  Bilişsel terapide kaygı duyguları ve bu kaygıya karşı oluşan bedensel tepkileri tanıma, kaygı doğuran durumlardaki düşüncelerin ne olduğunu anlama, bunlara karşı başa çıkma stratejileri geliştirme gibi aşamalar vardır. Davranışsal terapide ise model olma, yakınmaların üstüne gitme, belirtileri daha net algılayabilmesi için rol oynama, gevşeme eğitimi, sosyal beceri eğitimi gibi her hastada farklı uygulanabilecek yöntemler vardır. Ayrıca aile ve grup terapisi de uygulanabilir.

Ne yapmalıyım?

Her şeyden önce SF’nin bir hastalık olduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Çekingen kişilik bozukluğu ile birlikte sık görülmesi,  toplum tarafından bu özelliklerin genellikle efendilik olarak kabul edilmesi kişileri tedavi arayışından alıkoymaktadır.

Oysa kaybettikleriniz neler? İyi bir iş, bir arkadaş, yalnız olmamak, kendine güvenmemek ve bir çok şey daha sıralayabiliriz. Bunun için en yakın zamanda ve yakınınızda olan bir psikiyatriste başvurun.

Türkiye Psikiyatri Derneği

www.psikiyatri.org.tr

PANİK ATAĞI NEDİR?

Temel özelliği, aniden ortaya çıkan ve zaman zaman tekrarlayan, insanı dehşet içinde bırakan yoğun sıkıntı ya da korku nöbetleridir. Hastalarımızın çoğu zaman “kriz” adını verdiği bu nöbetlere biz PANİK ATAĞI diyoruz.

Panik Atağı, birdenbire başlar, giderek şiddetlenir ve 10 dakika içinde şiddeti en yoğun düzeye çıkar; çoğu zaman 10-30 dakika (seyrek olarak da 1 saate kadar) devam ettikten sonra kendiliğinden geçer.

PANİK ATAĞININ BELİRTİLERİ NELERDİR?

  • Göğüs ağrısı ya da göğüste sıkışma,
  • Çarpıntı, kalbin kuvvetli  ya da hızlı vurması
  • Terleme,
  •  Nefes darlığı ya da boğulur gibi olma,
  • Soluğun kesilmesi
  •  Baş dönmesi, sersemlik,  düşecek ya da        bayılacak gibi olma
  • Uyuşma ya da karıncalanma
  • Üşüme, ürperme ya da ateş basması ,
  • Bulantı ya da karın ağrısı
  • Titreme ya da sarsılma
  • Kendini ya da çevresindekileri değişmiş, tuhaf ve farklı hissetme
  • Kontrolünü kaybetme ya da çıldırma korkusu
  • Ölüm korkusu

Bir Panik Atağında bu belirtilerden en az  4 ya da daha fazlası bulunur.

Dörtten daha az belirtinin görüldüğü ataklara  ise Kısıtlı Panik Atağı adı verilir.

PANİK BOZUKLUĞU NEDİR?

Panik Bozukluğu,

  • Tekrarlayıcı beklenmedik Panik Atakları ile
  • Ataklar arasındaki zamanlarda başka Panik Ataklarının daha olacağına ilişkin sürekli bir kaygı duyma,
  • Panik Ataklarının  “kalp krizi geçirip ölme”, “kontrolünü yitirip çıldırma” ya da “felç geçirme” gibi kötü sonuçlara yol açabileceği inancıyla sürekli üzüntü duyma ya da
  • Ataklara ve olası kötü sonuçlarına karşı önlem olarak (işe gitmeme, spor, ev işi yapmama, bazı yiyecek ya da içecekleri yeyip içmeme, yanında ilaç, su, alkol, çeşitli yiyecekler taşıma gibi) bazı davranış değişikliklerinin görüldüğü

ruhsal bir rahatsızlıktır.

PANİK BOZUKLUĞU NASIL OLUŞUR?

İlk atak başlıyor:

Hiçbir neden yokken birdenbire başlayan göğüs ağrısı, göğüste sıkışma, çarpıntı, nefes alamama, terleme, titreme, üşüme ya da ürperme, bazen de bulantı ya da karın ağrısı, baş dönmesi, dengesizlik; düşecek ya da bayılacakmış gibi olma, uyuşma ya da karıncalanma gibi belirtiler, kişiyi dehşet içinde bırakır.
O an “kalp krizi” geçirdiğini  ya da felç geçirmekte  olduğunu zannederek  yoğun bir “ölüm korkusu” ya da “felç olma korkusu” yaşar.

Bazen de başında bir tuhaflık, sersemlik, kendisini ya da çevresini bir garip ya da değişik  hissetme gibi duyguların ortaya çıkmasıyla, “kontrolünü kaybetmeye” ya da “çıldırmaya başladığını” düşünerek kendisine ya da çevresindekilere bir zarar vermekten korkmaya başlar.

Hasta büyük bir korku ve endişe ile yakınları tarafından en yakın doktor ya da acil servise götürülür. Orada yapılan bir çok muayene, çekilen  film, EKG, BT ve diğer incelemelerde hiçbir şey bulunmaz,  oksijen verilerek ya da “sakinleştirici” bir iğne yapılarak evine gönderilir.

Hastanın nesi olduğu sorulduğunda doktorlar “hiçbir şeyi yok” ya da “stresten olmuş”derler.

Ataklar tekrarlıyor:

Hasta o an biraz rahatlamakla birlikte, bir süre sonra yeni bir Panik Atağı ile aynı dehşet ve korkuyu yeniden yaşamaya ve her yeni atak ile acil servislere taşınmaya başlar.

Her seferinde yeniden muayene, yeniden incelemeler yapılmasına ve hiçbir olumsuz sonuç bulunmamasına rağmen hasta bir türlü iyileşmez; hatta kalbinde ya da beyninde kötü bir şey olduğuna, ancak doktorların bunu bir türlü bulamadığına inanmaya başlar.  Bu nedenle başvurulan değişik doktorlarca defalarca muayene ve her seferinde yapılan incelemeler için   dünya kadar para harcanmasına rağmen hastanın şikayetlerini açıklayabilecek herhangi bedensel bir hastalık saptanamaz.

Bazen de yanlış tanı konularak hasta, antibiyotikten nefes açıcıya, çarpıntı ilacından, tansiyon ve kalp ilacına ve vitamine kadar değişik ilaçlar ile tedavi edilmeye çalışılır, ancak bir türlü sonuç alınamaz.

Beklenti Anksiyetesi gelişiyor:

Ataklar tekrarlamaya devam ettikçe, hasta, ataklar arasındaki dönemde;  gergin, huzursuz  ve endişeli bir şekilde her an yeni bir Panik atağının geleceğini beklemeye başlar. Bu endişeli bekleyişe “beklenti anksiyetesi” adı verilir. Atakların çoğu zaman belirsiz zaman ve yerlerde gelmesi bu kaygıyı daha çok artırır.

Ataklar sıklaştıkça, kalp krizi geçirip ölme, felç olma ya da kontrolünü kaybedip çıldırma korkuları pekişir.

Yoğun ve Sürekli Üzüntü:

Hastalar, evde kimsenin olmadığı bir zamanda kalp krizi geçirmekten ve hastaneye ulaşamadan ölmekten ya da kontrolünü kaybederek çıldırıp intihar etmekten , kendisine ya da yakınlarına bıçak ve bu gibi bir şeyle zarar vermekten, başkalarının bulunduğu ortamlarda çılgınca ve garip davranışlarda bulunarak rezil olmaktan şiddetle korkarlar. Bu düşüncelerin sürekli aklına gelmesinden dolayı da yoğun bir üzüntü duyarlar.

Davranışlar Değişiyor:

Bir süre sonra ataklara ve ataklar sırasında geçekleşeceğine inandıkları “felaketler”e karşı bazı önlemler almaya ve kimi davranışlarını değiştirmeye başlarlar.

Ataklara neden olabileceğini düşündükleri etkinliklerden, yiyecek ve içeceklerden vazgeçerler. Ataklara karşı evden çıkarken alkol/madde/ilaç kullanırlar. Ataklar sırasında olabileceklere karşı önlem alırlar.

Örneğin atak sırasında kontrolünü kaybederek çocuklarına zarar vereceğine inanan hastaların önlem olarak evdeki bütün bıçakları kilit altında tuttukları, çocuklarıyla yalnız kalmamaya çalıştıkları; atak sırasında fenalaşarak kendini yitireceğinden ya da bayılacağından  korkan bayan hastaların sokağa çıkmak zorunda oldukları zaman, bayılıp yere düştüklerinde bacakları görülmesin diye pantolon giydikleri, baygınken çalınır diye takılarını yanına almadıkları , onu baygın bulanların yardımcı olabilmesi için üzerinde evinin, eşinin/ailesinin  adresini, telefon numarasını hatta tıbbi yardım için ulaşabilmek üzere doktorunun kartvizitini üzerlerinde taşıdıkları görülmüştür.

Bu hastalar gerektiğinde acil yardımı çabuk alabilmek için ; bütün günlerini hastane bahçesinde geçirmeyi ya da güzergahlarını muayenehane, eczane ve acil servis bulunan yerlerden seçmeyi tercih ederler.

AGORAFOBİ NEDİR?

Hastaların % 60 ‘ından fazlası, atakların geleceği yer ve durumlardan kaçınmaya başlarlar.

Yalnız başına evde kalamaz, sokağa yalnız çıkamaz, taşıt araçlarına, asansöre binemez, dar sokak ya da köprülerden geçemez, pazar yeri, büyük mağazalar gibi kalabalık yerlere ya hiç giremez olurlar ya da ancak yanlarında birisi ile yoğun bir endişe ve rahatsızlık  duyarak  bu tür yerlere gidebilirler.

Hastaların, yalnız başlarına  Panik Atağı geleceğini zannettikleri yerlere gidememe, o tür yerlerde kalamama durumlarına Agoragobi adı verilir.

PANİK BOZUKLUĞU NASIL BİR HASTALIKTIR?

Panik Bozukluğu psikiyatristler tarafından iyi bilinen ve çok sık görülen bir rahatsızlıktır.

Öyle ki toplum içinde herhangi 100 kişinin yaklaşık 3-4’ü bu hastalığı ya daha önce geçirmişlerdir ya da halen bu hastalığı yaşamaktadırlar.

Genellikle ilk kez 20-35 yaşları arasında başlar. Kadınlarda, erkeklere göre  2-3 kat fazla görülür.

PANİK BOZUKLUĞU NEDEN OLUŞUR?

Panik Bozukluğunun neden oluştuğuna ilişkin iki bilimsel açıklama vardır:

1. Panik Bozukluğu, beynimizde nöron adı verilen sinir hücrelerinden salgılanan, heyecan ve duygusal yaşantılarımızı düzenleyen bazı beyin hormonlarının anormal çalışması sonucu oluşmaktadır.

2. Panik Bozukluğu, günlük yaşantımızda yaptığımız bazı davranışlarımızın  sonucunda ortaya çıkan ve tamamen “doğal ve zararsız”  olan çarpıntı, terleme, nefes sıkışıklığı ya da baş dönmesi gibi    bedensel belirtilerin, hasta tarafından kötü bir hastalığın belirtileri olarak değerlendirilmesi  ve bunun sonucunda da  “kalp krizi geçiriyorum, öleceğim”, “çıldırıyorum”, “felç olacağım” şeklinde yanlış yorumlanması ile oluşur.

PANİK BOZUKLUĞUNUN TEDAVİSİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Panik Bozukluğu, tedavisi mümkün bir hastalıktır. Bugün için etkinliği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmış iki türlü tedavisi vardır. Bunlar: 1.İlaç tedavisi,  2.Bilişsel-davranışçı tedavi

1. İlaç Tedavisi:

Panik Bozukluğunun tedavisinde, beyin sinir hücrelerindeki bozuk olan hormon faaliyetlerini düzelterek Panik Ataklarını önleyen ilaçlar kullanılmaktadır. Halen, ülkemizde bu hastalığa iyi gelen oldukça fazla sayıda ilaç bulunmaktadır.

Doktorunuz bu ilaçlardan birisini seçerek, az bir dozla başlamanızı önerecek ve düzenli kontroller ile dozu gerektiği kadar artıracaktır.
İlaç tedavisi en az bir yıl sürdürüldükten sonra yavaş yavaş azaltılarak kesilecektir.

2.Bilişsel-davranışçı tedavi: 

Bu tedavi yönteminde iki amaç vardır:

1. Hastanın, aslında tamamen “zararsız” olan Panik Atağı belirtileri hakkındaki  yanlış bilgi ve inanışlarının düzeltilmesi ve hastanın bu belirtiler ile korkmadan baş edebilmesinin öğretilmesi amaçlanır.

2. Panik Atağı geleceğinden korktuğu için tek başına bulunmaktan kaçındığı yer ve durumlarla aşamalı bir şekilde tekrar tekrar karşılaştırılması, böylece   korkularının“üstüne gitme”si sağlanarak korkularını yenmesi amaçlanır.

Bu tedavide doktor hastasına dışarıya çıkma, pazara gitme, taşıt araçlarına binme gibi hastanın, korku ve Panikleri nedeniyle yapamadığı etkinlikleri bir plan dahilinde en basitlerinden başlayarak “alıştırma ödevleri” olarak verir. Hasta basitleri yapabilir hale geldikçe zorlarına geçerek bütün korkulan durumlar bitinceye dek alıştırmalar sürdürülür.

EN İYİ SONUÇ, BU İKİ ÇEŞİT TEDAVİNİN BİRLİKTE UYGULANMASI İLE ALINMAKTADIR.

LÜTFEN UNUTMAYINIZ !

  • PANİK BOZUKLUĞU, KESİNLİKLE ÖLÜME, ÇILDIRMAYA YA DA FELÇ OLMAYA YOL AÇAN BİR HASTALIK DEĞİLDİR.
  • DOKTORUNUZ ÖNERMEDİKÇE KORKULARINIZ İLE BAŞ ETMEK İÇİN KALP, TANSİYON, ÇARPINTI İLACI, VİTAMİN, SAKİNLEŞTİRİCİ YA DA ALKOL KULLANMAYINIZ YA DA “YA GEREKİRSE” DİYE YANINIZDA TAŞIMAYINIZ.
  • SADECE DOKTORUNUZUN ÖNERDİĞİ İLAÇ YA DA İLAÇLARI KULLANINIZ.
  • İLACINIZI DOKTORUNUZUN SÖYLEDİĞİ ŞEKİLDE VE DOZDA KULLANINIZ. O GÜN İYİ YA DA KÖTÜ OLMANIZA GÖRE DOZU AZALTIP, ARTIRMAYINIZ.
  • TAMAMEN İYİLEŞSENİZ BİLE DOKTORUNUZA DANIŞMADAN TEDAVİNİZİ KESMEYİNİZ.           

  Türkiye Psikiyatri Derneği
Anksiyete Bozuklukları Bilimsel Çalışma Birimi

www.psikiyatri.org.tr

Özgül fobiler, eskiden basit fobi olarak da bilinen, bazı durumlar veya nesnelerden duyulan mantıksız/aşırı korkudur. Özgül fobiler toplumda %2.7 oranında görülür (kadında %3.8, erkekte %1.4). Özgül fobinin başlama yaşı ortalama 16.5’dur. Birçok hasta çocukluğundan beri bu korkularının olduğunu, bir kısmı ise ergenlik döneminden sonra oluştuğunu söyler. İleri yaşta özgül fobi başlaması nadirdir. Hastalığın seyri genellikle kroniktir.

Özgül fobisi olanların tedavi için başvurma oranları oldukça düşüktür. Ancak altı fobikten biri (%15.8) tedavi için başvurur. Psikiyatri kliniklerinde de yalnızca özgül fobisi nedeniyle başvuran hasta çok azdır. Genellikle tedaviye başka sorunlarla gelen hastalarda bu fobiler tesadüfen farkedilir. Seyrek olarak kişinin hayatını önemli ölçüde kısıtladığı için tedavi aranabilir. Başvurunun düşük olmasının başlıca nedenleri arasında fobilerin hastalık değil huy veya kişilik özelliği olduğunun düşünülmesi, tedavisinin olmadığının sanılması sayılabilir. Birçok hasta kendileri tedavi aradıkları halde bu sorunun bir hastalık olmadığını doktorlarından duymuş bile olabilirler (“hangimizde yok ki”, vs..). Bazen hastalığın temel özelliği başvurmayı kısıtlar.  Örneğin kan ve yaralanma fobisi olanların birçoğu korktukları şeyleri hatırlatan bir ortam olan hastanelerden korkar ve gelmek istemezler. Bunlara ek olarak özgül fobilerin diğer anksiyete bozukluklarından önemli bir farkı da başvurunun az olmasını açıklayabilir: özgül fobilerde korkulan belirli bir durum veya nesne olduğu için çoğu kez hastalar başarılı kaçınma taktikleriyle sorunsuz bir hayat yaratmış olabilirler. Örneğin kedi fobisi olan bir kişi evinde kedi besleyen arkadaşlarına gitmeyerek, kedilerin dolaşma ihtimali olan sokaklarda dolaşmayarak, nispeten rahat bir hayat sürebilir. Bazen hastalar belli bir yaşa gelinceye kadar özgül fobilerinin farkına varmamış olabilirler. Bunun nedeni o fobik ortamla hiç karşılaşmamış olmalarıdır. Örneğin askerlik çağına kadar köyünden hiç çıkmamış bir genç, askerde denizaltıya binmek zorunda kalınca büyük bir panik yaşayarak tedavi arayabilir. Bir ev kadını yüksekten korktuğunu yeni evlerine taşınınca farkedebilir.

Özgül fobilerin genel olarak iş ve sosyal hayatta fazla olumsuz etkisi olmadığı düşünülür. Ancak bu yanıltıcı bir düşüncedir. Toplum araştırmalarında özgül fobisi olanların %15’inin son bir ayda bir hafta veya daha fazla süre işe gidememiş olduklarını öğreniyoruz. Basit gibi görünen hayvan fobileri ağır olduklarında hayatı büyük oranda kısıtlayabilir, hatta evden çıkamamaya neden olabilir. Yükseklik korkusu olan kişi yükseğe çıkmayı gerektiren işlerde çalışamayabilir. Uçak fobisi kişinin seyahat etmesini engelleyebilir. Yutma fobisi olan kişi yemesi-içmesi bozulduğu için ciddi kilo kaybı yaşayabilir vb. Bir hastamız korkusundan hayatında hiç dişçiye gidememişti; böbrek taşı sancısı çekmeye razı oluyor, ancak ağrı kesici iğne yaptıramıyordu. Başka bir hastamız istediği halde hamile kalamıyordu, zira yapılacak tahlillerden, doğumun kendisinden, ameliyattan çok korkuyordu. Yetiyitimini dolaylı olarak arttıran bir başka neden de özgül fobilerin, diğer tüm anksiyete bozuklukları gibi, başta depresyon olmak üzere diğer ruhsal hastalıklarla birlikte sık görülmesidir. Yani kişinin özgül fobisinin olması ek bir psikiyatrik hastalığının olması ihtimalini arttırmaktadır. Örneğin özgül fobisi olanların %28.6’sında depresyon da saptanmaktadır (depresyonun toplumdaki yaygınlığı ise %4’tür). Depresyonun hem işgücü kaybı hem sosyal hayatta bozulma yaptığı iyi bilinmektedir.

Nedenleri

Özgül fobilerin oluşmasında kişilerin yaşadığı olumsuz olayların rolü olduğu düşünülse de bu düşünce yanıltıcıdır. Örneğin, asansörde mahsur kaldıktan sonra asansör korkusu yaşayan, bir köpek tarafından kovalandıktan sonra köpek fobisi gelişen kişileri hepimiz biliriz. Ancak daha az bilinen gerçek, bu tür deneyimleri olmadan da bu tür korkuları olan pek çok insan olduğudur. Hatta daha ilginç olan birşey daha var: çocukluğunda yüksekten düşmüş olma ile erişkinlikte yükseklik korkusu ilişkisi araştırıldığında beklenenin tam tersi bir sonuç çıkmıştır: çocukluğunda yüksekten düşmüşlerde, erişkinlikte yükseklik korkusu olma ihtimali daha azdır. Araştırıcılar bunu şöyle açıklıyor: yükseklik korkusu olanlar, çocukluklarında da bu korkuları olduğu için daha tedbirli davranırlar ve tehlikeli yerlerden kaçınırlar. Korkuların genetik olarak belirlendiği, yani bazı nesne ve durumlardan korkacağımızın daha doğmadan belirlenmiş olduğunu gösteren güçlü bulgular vardır. Örneğin fobilerin ailevi özelliği çok iyi bilinir, anne veya babasında bir özgül fobi olan kişide benzer fobilerin sıklıkta geliştiğini biliriz. 2-4 yaşları arasındaki çocuklarda hayvan korkuları yaygındır. Bu korku çocuk hiç hayvanlarla karşılaşmadan veya zararlı olduğunu öğrenmeden önce başlayabilir. Ayrıca, her nesneye karşı fobi gelişimi aynı olasılıkta değildir. İnsanlar (ve hayvanlar) bazı nesne ve durumlara daha kolay fobi geliştiriyorlar. Örneğin yükseklik, sivri cisimler, karanlık, hayvanlar gibi nesnelere fobi kolay gelişirken bitkilere, yiyeceklere fobi daha seyrek gelişmektedir. Bazı durum veya nesnelerden korkmaya hazır olarak doğma hayvan deneylerinde gösterilmiş bir bulgudur. Daha önce yılanla hiç karşılaşmamış yavru maymunlara yılan veya yılan resmi gösterildiğinde yavrular büyük korku tepkisi verirler. Benzer şekilde, güvercinlere yırtıcı olmayan kuş veya kuş resmi gösterilmesi korku oluşturmazken, kartal gibi kuşların fotoğraflarını gördüğünde çok korkuyorlar. Bütün bu bilgiler, özgül fobilerin nasıl ortaya çıktığı konusunda tek bir açıklama olmadığını, genetik olarak doğuştan getirdiğimiz özelliklerin de, edindiğimiz deneyimler ve çevre etkisinin de önemli olduğunu gösteriyor.

Mantıksız korkunun belirtileri

Mantıklı ve mantıksız korku sırasında yaşananlar, yani bedenimizde ve zihnimizde oluşan değişiklikler aynıdır. Yani sokakta birisinin veya tehlikeli bir hayvanın saldırısına uğradığımızda kalbimiz nasıl çarpıyor, nefesimiz sıkışıyor, heryanımız uyuşuyorsa, mantıksız korkular sırasında da aynı şeyler olur. Kişiden kişiye değişiklikler olmakla birlikte bu durumlarda en sık görülen belirtiler şunlardır: kişinin kalbi çarpar/sıkışır, nefesi daralır, göğsü sıkışır, titreme/terleme olur, uyuşma/karıncalanma olur, baş dönmesi, bayılma hissi olur, sık idrara gitme isteği olur vb. Kişi korktuğu durum ya da nesneyle karşılaştığında bu duyguları yaşadığı gibi, bu durumları düşündüğü/hayal ettiğinde de yaşayabilir. Yukarda da belirtildiği gibi özgül fobilerde duyulan korku mantıksızdır ve aşırıdır. Yüksek bir yerden aşağı bakmak birçok insan için heyecan verici, korkutucu olabilir, ancak fobik kişide korku o kadar aşırıdır ki, yüksek binalara çıkamaz bile. Bazen de normalde kimsenin korkmayacağı durumlardan korkma gibi mantıksız korkular görülür. Örneğin cam kırıkları, bıçak gibi kesici aletler batacak korkusu gibi. Kişi bunun aşırılığının ve mantıksızlığının farkındadır. Bu nedenle (böyle saçma bir şeyden/durumdan korktuğundan utandığı için) bazı kişiler fobilerinden bahsetmek de istemeyebilirler.  Yukarda sayılan nedenlerle cin, şeytan vb. korkuları, kişi bunları saçma bulmadığı sürece, fobi sayılmaz. Fobilerin gündelik hayatı en çok ve en olumsuz etkileyen yönü kaçınmadır. Özgül fobisi olanların çoğu, korkulan durum ve nesnelerden koşullar el verdiği ölçüde uzak durmaya çalışır: kedisi olan eve gitmez, yükseklere çıkmaz, asansöre binmez, yağmur yağdığında evden çıkmaz vb.

Özgül fobi grubu içinde sayılabilecek çok çeşitli fobiler bulunmakla birlikte en sık görülenler şunlardır: hayvan fobileri,   yükseklik korkusu,   kan ve yaralanma fobisi,  gökgürültüsü ve fırtına korkusu,  uçak korkusu,  yalnız kalma korkusu, kapalı yer korkusu, araba korkusu, uzay fobisi, yutma fobisi.

Hayvan fobileri:En sık görülen özgül fobi türüdür. En çok korkulan hayvanların başında kedi, köpek, kuş, böcek gibi hayvanlar gelir. Korkulan hayvan türleri kültürler arası farklılık gösterir. Örneğin İngiltere’de örümcekten korkma çok yaygın iken, kültürümüzde örümcek fobisi yaygın değildir. Hayvan fobisi olan insanların bir kısmı o hayvanla kötü bir deneyimden sonra (örn. köpek ısırması) fobilerinin başladığını ifade ederler. Bir kısmında ise böyle bir başlatıcı bulunamaz. Fobik hasta tipik olarak kendine rahat bir gündelik yaşam sağlamaya uygun bir kaçınma davranışı geliştirmiş olur. Oturmaya gidilecek-gidilmeyecek arkadaşlar bellidir (köpek-kedi var veya yok). Televizyonda korkulan hayvanla ilgili belgeseller seyredilemeyebilir. Nerelerde dolaşılacağı belli kurallara bağlıdır. Bazı durumlarda hayvanın fotoğrafı, ya da onu andıran şekillerden (yılan fobisinde kıvrık çizgilerden korkma gibi) bile korkulabilir. Aşağıda hayvan fobisinin ne kadar ciddi sonuçları olabileceğini gösteren bir olgu örneği yer alıyor:

Hayvan Fobisi

Örnek: 45 yaşında, evli, 2 çocuklu  kadın hasta. Kendini bildi bileli kedilerden aşırı korkuyor. Onların üzerine sıçrayacağını düşünüyor, en çok korktuğu şeyin onların beklenmedik şeyler yapabilmesi olduğunu söylüyor. Çok saçma ve aşırı bulduğu bu korkusu yüzünden kedisi olan evlere gidemiyor veya gitmeye mecbur ise o evdeki kedinin bir odaya hapsedildiğinden emin olmak istiyor. Korkusunun ne kadar şiddetli olduğunu anlatmak için şu örneği veriyor: “ikinci çocuğuma hamileydim. Birgün apartmanın merdivenlerinden çıkıyordum. Birden ışıklar söndü ve o anda bir kedi tıslaması duydum. Hamile olduğumu, kaçıncı katta olduğumu düşünmeden kendimi pencereden dışarı attım, şans eseri bana ve bebeğime birşey olmadı”.

Yükseklik korkusu: İkinci en yaygın özgül fobi türüdür. Kişi yüksek binalara çıkamaz, yüksekten bakamaz, hatta odanın içinde pencereye yakın oturamaz. Yükseklik korkusu olan kişiler asansöre binmekten korkarlar, ancak içinde boğulmak veya hapis kalmaktan değil, yukarı çıktığı için. Birçok insan için keyifle oturulacak balkonlar bu hastalar için eziyettir. Balkonda oturabilirlerse de odaya yakın tarafına oturmaya çalışırlar. Merdivenler, özellikle kenarlarında boşluk varsa çok korkutucudur. Yükseklik korkusu olanların birçoğunda uçak korkusu olsa da iki korkunun birbirinin aynı olduğu da söylenemez. Yükseklik korkusu olanların %20’si ise uçak korkusu tanımlamamışlardır.

Kan ve yaralanma fobisi: Halk arasında “kan tutması” olarak da bilinen bir durumdur. Kan görünce rahatsızlık hissetmek çoğu insanda görülen bir özelliktir.  Bunun dışında bedensel sakatlık, parçalanmış insan vücutları, kazalar vb.ni görme, kan verme, iğne yaptırma, kulak deldirme, diş çektirme ve diğer tıbbi işlemler gibi durumlarla karşılaşınca bayılacak gibi olma, kalp hızında değişme ve bulantı şeklinde tepkiler verilebilir. Bu esnada bayılmalar da bilinen durumlardır. İlk kez diş çekimleriyle ilgili film seyreden çocukların kalp hızlarının yavaşladığının gösterildiği belirtiliyor. Bazı fobikler hayat kurtarıcı müdahalelerden bile kaçınırlar: şeker hastaları iğnelerini yapmaz, kanser hastası ameliyat olmaz; bazı kadınlar doğurmaktan korktukları için gebe kalmazlar. Birçoğu hastanelere gitmez, hasta insanlara bakamazlar, tıbbi konularla ilgili TV programlarını seyredemez. Bu korku yüzünden doktorluk, hemşirelik gibi mesleklerden kaçınabilirler. Bazı hastalar “kan” lafını duyunca bile bayılabilirler. Bazıları ambulans sirenini duyunca veya bir ameliyatın anlatılması ile de bayılır. Ancak kendi adet kanını görmekten rahatsız olan kan fobisi bildirilmemiştir. Kan fobisi çoğunlukla diğer fobiler gibi çocuklukta başlar.  Kan fobisi olan hastaların ailelerinde aynı hastalığa rastlanma oranının çok yüksek olması da diğer özgül fobilerden önemli bir farkını oluşturuyor.

Kan Fobisi

Örnek: Hasta 35 yaşında evli, muhasebeci olarak çalışıyor, gelir düzeyi iyi; geliş sebebi kendini bildi bileli iğne yaptıramama, kan aldıramama, dişçiye/doktora gidememe idi. Kan vermesi, iğne olması gerektiğinde çoğu kez bayıldığı için bu işlemlerden yıllardır kaçınıyordu.  İlk kez ve korka korka doktora şimdi gelmesinin iki nedeni vardı: birincisi yıllardır süren böbrek taşı nedeniyle çektiği dayanılmaz ağrılardı. Ağrıları geldiğinde kıvranarak kendi kendine gidermeye çalışıyor, yakınlarının ısrarıyla acil servislere gitse de iğne yaptıramıyordu.  Diğer bir neden ise dişlerinin durumu idi. Sosyoekonomik düzeyinden beklenmeyecek derecede kötü bir ağız bakımı vardı. Çürüyen, kırılan dişleri için dişçiye gidemiyor, gerekli tedavileri yaptıramıyordu. Dişçi koltuğuna oturduğunda bile bayılacak kadar korktuğunu söylüyordu.

Gökgürültüsü ve fırtına fobisi: Bu kişiler sürekli hava durumunu izler ve havanın kapalı, fırtınalı, yağışlı olma ihtimali olduğu günlerde eve kapanır, gökgürültüsünü duymamak için kapı ve pencereleri sıkı sıkı kapatırlar. Gökgürültüsü duyunca masa, yatak altına saklanabilirler.

Uçak korkusu: Bu kişiler uçağa bineceklerine çok daha uzun sürecek, daha eziyetli yolculuklar yapmaya razıdırlar. Uçağa binmek zorunda kaldıklarında uçağın düşeceğine dair şiddetli bir korkuları vardır. Uçağın her hareketini, her sarsıntıyı büyük bir korkuyla izlerler, duydukları sesleri patlayan bir motor, bir arıza işareti olarak yorumlarlar.

Yalnızlık fobisi: Çoğu kez evde tek başına kalmaktan korkudur. Akşamları ve gece artar. Gündüz tek başına kalabilen birçok hasta gece kalamayabilir. Nedensiz bir huzursuzluk olabilir, ya da evde birisi, hırsız, bir yaratık vb. var gibi bir duygu tarif edilebilir.  Yalnızlık fobisinin ayrılık anksiyetesiyle ilişkisi olduğu öne sürülmektedir. Çocuklukta ayrılık anksiyetesi yaşayanların erişkinlikte agorafobi ve panik bozukluğu geliştirme olasılığı yüksek bulunmuştur. Türkiye’de yapılan toplum taramasında da ayrılık korkusunun agorafobi ile ilişkisi diğer tüm özgül fobilerden daha kuvvetli olarak bulunmuştur.

Klostrofobi: Kapalı/basık yerlerden duyulan korkudur. Korkulan durumlara tipik örnekler arasında asansör, basık tavanlı odalar ve koridorlar, kapıları kapalı ve kalabalık otobüs, yeraltı çarşıları, metro, altgeçitler, oturulan oda kapısının kapalı veya kilitli olması vb. sayılabilir.  Hastaların temel korkuları anılan yerde sıkışıp kalmak, çıkamamak, nefes alamamak, boğulmak gibi korkulardır. Sinema ve tiyatroya gidemez, gitseler de dip koltuklarda oturamazlar. Boğazlı, dik yakalı giysilerden rahatsız olabilirler,  yakalarını ilikleyemezler. Kapalı giysiler onları “boğabilir”. Bu hastalarda sisli, kapalı havalarda huzursuz olma sıktır. Sisli, kapalı hava etrafı kapatan, korkutucu bir duvar gibi algılanır. Aynı zamanda hamam, duş, sauna gibi yerlerde de boğuluyor gibi olurlar. Bir klostrofobik hastamız etrafı sularla çevrili olduğu için İngiltere’ye gidemediğini söylemişti.

Klostrofobi

Örnek: 37 yaşında, kadın. Depresyon belirtileri nedeniyle başvurmuş ve tedaviyle düzelmiş. Ancak geçmeyen şikayetlerinin olduğunu söylüyor. Tuvalete girdiğinde kapıyı açık bırakması gerektiğini, asansöre binmek yerine 10 katı merdivenle  çıkmayı tercih ettiğini söylüyor. Duş yapamadığını, üstünden sular aktığında boğuluyor gibi olduğunu söylüyor.  Dik yakalı kazak giyemediğini, kolye takamadığını söylüyor,”bunlar beni boğuyor” diyor. Ayrıca sisli havalarda büyük bir sıkıntı yaşadığını söylüyor. Muayeneye gelirken dar ve basık hastane koridorunda ve bekleme odasında büyük sıkıntı yaşamış, beklerken birkaç kez çıkıp tekrar gelmek zorunda kalmış. Muayene odasının kapısının kapanmasına razı olurken “pencere var, sıkışırsam burdan atlarım” diye kendini rahatlattığını söyledi. Evde birgün oturduğu odanın kapısı kilitlenmiş ve o kadar paniğe kapılmış ki, anahtar bulunabilecek bir yerde olduğu halde kapıyı camını kırarak açmış.

Araba kullanma fobisi: Birçoğumuz için keyif verici olan araba kullanma veya arabaya binme, kişide fobi varsa dehşet verici bir deneyime dönüşür. Sürekli olarak kaza yapacağını, bir tarafa çarpacağını ve bşka bir arabanın çarpacağını düşünür. Bu nedenle arabası olduğu halde kullanamayan birçok kişi vardır.

Uzay/alan fobisi: Dengelerini kaybetmekten, düşmekten korktuklarını söyleyen bazı hastalar daha ayrıntılı sorgulandığında etrafta tutunacak birşey yoksa düz bir alanda yürümekten aşırı korktukları farkedilir. Buna alan veya uzay fobisi denmektedir. Bu kişiler klostrofobiklerin tersine bir koridor geniş ve eşyasızsa daha fazla huzursuz olurlar, büyük oda ve salonlarda duvara yakın olacak biçimde yürürler.

Yutma fobisi:  Bu hastaların tek korkusu birşey yutarken boğulmaktır. Yemek yerken, su içerken boğazlarına kaçacağı ve boğulacakları düşüncesindedirler. Yemeye/içmeye korktukları şeylerin karmaşık bir listesi olabilir. Bazı şeyleri hiç yemeyerek kısmen rahat edebilirler. Birçok zaman kuruyemiş gibi küçük taneli şeyler çok korkutucudur. Yemek ve içmekten kaçınmanın çok ciddi sonuçları olabilir: ileri derecede kilo kaybı gibi.

Önleme ve tedavi

Özgül fobilerin tedavisi hem mümkündür, hem de başarı oranları yüksektir. Bu korkuların tedavisinde ilaçların rolü azdır. Hatta bazı durumlarda ilaçlar zararlı bile olabilir. Örneğin uçak korkusunu yenmek için uçuş öncesi sakinleştiriciler almak, o yolculuğu rahat geçirmesini sağlasa da bağımlılık ve ilaç yan etkileri gibi sorunlara yol açabilir. Fobiye ek olarak kişide depresyon da varsa antidepresan ilaç tedavileri yararlı olacaktır.

Bunaltı bozukluklarında yaygın biçimde kullanılan davranışçı tedaviler özgül fobilerde ilk seçenektir. Alıştırma (exposure) adı verilen yöntem en yaygın kullanılan davranışçı tekniktir. Bireysel veya grup halinde uygulanabilir. Bu teknikte kişinin korktuğu durumun ayrıntılı bir analizi yapıldıktan sonra korkulan durumla gitgide artan derecede karşılaşması sağlanır. Başlangıçta sıkıntı ve korku verici olan bu işlem, hasta korkulan ortamda yeteri kadar süre kalabilirse alışmayla (ve korkunun azalmasıyla) sonuçlanır. Tedaviye istekli olan ve tedavi uyumu iyi olan vakalarda birkaç seansta tama yakın düzelme elde etmek mümkündür.

Alıştırma tedavisinin, imkan olduğunca, gerçek nesne veya ortamda yapılmasının uygun olduğu düşünülür. Ancak bu her zaman şart da değildir, mümkün de olmayabilir. Örneğin uçak fobisinde her zaman deneme yapmak kolay olmayabilir. Böyle durumlarda hastanın korkulan durumlarla hayalinde karşılaşması sağlanabilir ve bu da gerçek durumla karşılaşma kadar yarar sağlayabilir. Hatta son yıllarda sanal gerçeklik uygulamaları adı verilen yöntemlerle kişi kafasına takılan bir kaskın içindeki görüntü ve seslerle yüzleşerek korkusundan kurtulabilmektedir.

Hayvan deneylerinde korkunun anababadan çocuğa geçebildiği gibi korkusuzluğun da öğretilebildiği gösterilmiştir. Yılan görünce korkan yavrular korkusuz bir anne veya başka bir yetişkini model alıp korkusuzluğu öğrenebiliyorlar. Önceden dişçiye gitme ve diş çekme oyunu oynatılan çocukların dişçide çok daha az korku yaşadıkları gösterilmiştir. Strese karşı aşılama uzun yıllardır bilinen ve başarıyla uygulanan bir modeldir. Özgül fobilerin birçoğu çocukluk ve ergenlikte başlar. Bu korkuların hepsi erişkinliğe kadar sürmez, ancak çocukken fobisi olan kişinin erişkinlikte fobi geliştirme riskinin yüksek olduğu bilindiği için anne babalara önemli bir rol düşmektedir. Çocuklara hem korkusuz erişkin modeli olarak, hem de korkularının üzerine gitme konusunda onları cesaretlendirerek önleyici bir rol oynamaları yararlı olacaktır.

Sonuç

Özgül fobilerle ilgili en önemli sorunların başında birçok hasta ve ailenin bu sorunu hastalık olarak görmemeleri ve bu nedenle yardım aramamaları gelmektedir. Bazen de kişi yardım aramak istediği halde korkusu nedeniyle yardım arayamaz: örneğin kan fobisi olan kişinin hastane korkusu yüzünden doktora gidememesi gibi. Bir başka sorun kimi doktor ve psikologların bu sorunlarla başvuran kişilere bu sorunu “kafaya takılmayacak bir şey”, “kişilik yapısı” “huy” vb. olarak tanımlamalarıdır.

Ancak özgül fobilerin birçoğu, kısa sürede ve kalıcı biçimde düzeltilebilir. Bu nedenle kendinizde veya çevrenizde gördüğünüz mantıksız korkular nedeniyle bir psikiyatri uzmanına başvurmanız yararlı olacaktır. Korkular, insan hayatını acımasızca kısıtlayan belirtilerdir. Ancak bu kısıtlayıcı zincirlerden kurtulmanız mümkündür.

Türkiye Psikiyatri Derneği

www. psikiyatri.org.tr

Beden dismorfik bozukluğu normal görünümlü bir kişinin var olduğunu sandığı bir beden kusuru ile aşırı uğraşması ya da hafif bir beden biçimsizliği varsa bile bunu çok abartması durumudur. Bu kişiler ilk doktor başvurularını daha çok estetik cerrahlara ya da dermatoloji uzmanlarına yaparlar. En fazla sorun yaşanan beden bölgeleri cilt, saç ve burundur. Ayrıca yüz ve beden ile ilgili başka yakınmalarda olabilmektedir. Bu kişiler aynalar ya da özel aletlerle bedenlerinin hoşnut olmadıkları bölgelerini çok fazla incelerler, bu kusurlarını makyaj, taranma, estetik cerrahi ile gizlemeye çalışırlar; kimi hastalarda algıladıkları kusurların başkaları tarafından da görüldüğü inancı ile üstüne alınma (referans) düşünceleri ve sanrıları olabilir; aynalardan kaçınma; toplumdan kaçınma, hatta intihar davranışları görülebilir. Başka bir deyişle ‘kusur’ tüm yaşama hakim hale gelir.

Bu hastaların tedavisinde estetik cerrahinin yeri yoktur. Çünkü ameliyattan memnun kalmazlar, çokça doktor değiştirirler. Genellikle psikiyatrik değerlendirme ve tedaviye karşı çıkarlar. Bu kişilerin tedavisinde ilaç ve psikoterapinin birlikte uygulanması önerilmektedir.